Başlamadan önce: İtalya seyahatimizin kalem kalem maliyet detaylarının tümünü şu yazımda ve vegan yeme içme notlarımın tümünü de şu yazımda okuyabilirsiniz.
Benim için tam bir ‘’hayaldi, gerçek oldu’’ olayı olan İtalya’da roadtrip hadisesi baştan belirtmeliyim ki amansızca İtalya övücülüğü, ‘’neden bizde yok’’ diye bolca hayıflanma ve eser miktarda İtalya milliyetçiliği içerecektir.

Baştan belirtmem gereken bir diğer şey de bu rotayı bu haliyle ASLA AMA ASLA ilk kez İtalya’ya gidecek birine tavsiye etmiyor oluşum. İtalya’ya ilk kez gideceksiniz Colosseo’da o devasa sıraya girecek, Pompi kuyruğunda tiramisu seçmeye çalışacak, Uffizi Müzesi’ne bir gün ayıracaksınız tabii ki. Ben bunları bu seyahatte yapmadım çünkü bu İtalya’ya 3. gidişimdi ve bunları daha önce zaten yapmıştım. Siz ilk kez gideceksiniz bu rotadan bir şeyler elemeye çalışıp Roma’ya, Floransa’ya ya da en çok görmek istediğiniz yerlere daha fazla zaman ayırabilirsiniz. Düşünceli kişiliğim size yardım olsun diye rotanın overrated’larını nedenleriyle anlatıp ilk kez İtalya’ya gidenlere de elenesi yerler için ışık tutacaktır diyor ve bizim 12 günü nasıl planladığımızı anlatmaya başlıyorum.
Ben dediğim gibi daha önce 2 kez İtalya’ya gitmiştim ve Roma, Floransa, Venedik gibi bazı büyük ve önemli şehirleri detaylıca gezmiştim. Bu sefer amacım biraz daha güneye inmekti. İtalya’nın sıcak sularına inme politikam ani bir seyahat olması ve Napoli, Bari gibi daha güneydeki biletlerin çok pahalı olması nedeniyle birazcık sekteye uğradı ve her zamanki gibi canımız Bologna’mız imdadıma yetişti. Daha önceki 2 seferde de İtalya’ya Bologna’dan giriş yapmıştım çünkü İstanbul’dan en ucuz uçuşlar genellikle Bologna’ya oluyor.
Bizim amacımız kuzeydeyken araba kiralamaktı ve öyle de yaptık. Araba olunca da biletler ucuz olsa da o kadar yolu tekrar gidip kuzeyden dönmek anlamsız geldi ve dönüş biletlerimizi biriken millerimizi kullanarak bedavaya getirdik. Dönüş biletimizi Bari’den aldık biz ve para ödemediğimiz için her şey güzeldi ama sizin aklınızda böyle bir rota varsa Güney İtalya biletlerinizi çok önceden ayarlamanızı tavsiye ederim çünkü zaman yaklaştıkça fiyatlar gerçekten uçuyor. Bizim aldığımız biletler normalde tek kişi Bari’den İstanbul’a 5000 küsür liraydı mesela…

Şimdi gelelim 12 günü nasıl planladığımıza. Road trip’in esas olayının istediğin anda yola çıkmak, yorulunca dağda bayırda uyumak, ‘’ben buraya aşık oldum, burda bi’ 3 gün daha kalayım’’ ya da ‘’bunun aynısı Ege’de de var, derhal burayı terk edelim’’ gibi şeyler diyebilip özgür olmak olduğunu biliyorum ama bu durum bizde böyle işlemedi çünkü euro 17 liraydı? ‘’Amalfi’de otel ayarlamadım ama buraya bayıldım, 3 gün daha geceliği 400 euroluk otellerde kalıp yüzeyim’’ gibi bir şey diyemedik haliyle. Bu yüzden gün gün nerede olacağımızı planlayıp otel rezervasyonlarımızı da bu plana göre önceden yaptırdık.
Bizim 13 günlük rotamız şöyleydi:
1. Gün: Saat 3’te Bologna’ya varıp sonrasında koşarak odaya eşyalarımızı bırakıp kendimizi Bologna sokaklarına attıktan sonra gece Bologna’da konaklama.

Bologna benim nedenini tam olarak anlayamadığım bir şekilde Avrupa’da en sevdiğim birkaç şehirden biri. Aslında baktığınızda ne Roma kadar devasa görkemlilikte yapılar var ne de Venedik kadar farklı diğer bütün şehirlerden ama bu şehirde beni çeken bir şeyler var. İlk kez yurt dışına çıktığımda gördüğüm ilk şehirdi Bologna, biraz da bende ayrı yeri var galiba bu yüzden.

Bu seyahatte sadece 10 saat kadar ayırabildik Bologna’ya ve kırmızı sokaklarında bol bol yürüdük. Şehrin ana meydanı Piazza Maggiore’nin yakınlarında Two Towers’a karşı aperolümüzü yudumlamalı, şehrin ara sokaklarındaki renkli evlerde bol bol fotoğraf çekmeli bir gün geçirerek Bologna’ya tekrar görüşmek üzere üçüncü kez veda ettik.
2. Gün: Sabah 8’de Bologna’dan çıkıp trenle Venedik’e varıp öğlene kadar Venedik’i, öğleden sonra Burano ve Murano’ya vapurla geçerek bu iki adayı gezmece, gece Venedik’te konaklama.


Burada daha önce hem Venedik’e hem de Burano ve Murano’ya gittiğimi belirteyim. Sizin ilk gidişiniz olacaksa hepsini aynı güne sıkıştırmanızı tavsiye etmem. Hatta biz bu seyahatte gidemedik ama daha önce adalar seyahatimde Torcello’ya da gitmiştim ve sadece bir saatte bile gezilebilecek bu küçük adayı da çok beğenmiştim.

Bu seyahatte de Bologna’dan Venedik’e trenle gidip odamıza eşyalarımızı bırakıp Venedik’in dar sokaklarına daldık hemen. Burada nasıl olduğunu hala bilmediğim bir şeyden de bahsedeyim. Venedik’ten adalara giden feribotlar için bilet almanız gerekiyor ve biz kişi başı 7.5 euro ödeyerek feribotun içinde satan kişilerden toplam 15 Euro’ya biletlerimizi aldık. Şimdi anlayamadığım kısma geliyorum ve 4 sene önce aynı feribotlar için kişi başı 20 Euro’dan toplam 40 euro verdiğime aşırı emin olduğumu size de söylemek istiyorum. Aynı bileti 4 sene önce nasıl şimdikinin 2.5 katından fazla fiyata almayı becerdim bilmiyorum ama gerçekten böyle bir şey yaşandı. Üstelik 2018’de 40 euro verdiğim biletleri kimse kontrol etmemişti ve bir miktar içime oturmuştu.

Neyse bu beklemediğim kadar ucuz adalar seyahatine gelirsem Murano ve özellikle Burano‘yu seyahat içerikleri takip ediyorsanız mutlaka görmüşsünüzdür diye tahmin ediyorum. Cam sanatıyla ünlü Murano ve rengarenk evleriyle ünlü Burano Venedik’e giderseniz bu instafriendly halleriyle kesinlikle kaçırmak istemeyeceğiniz iki ada.

Adaları birkaç günde gezmek mümkün çünkü gerçekten çok küçükler. Müze gezme isteğiniz de varsa Murano’daki cam müzesi ya da Burano’daki dantel müzesini gezebilirsiniz. Ben iki gidişimde de bu iki müzeye gitmeden ada sokaklarında vakit geçirip bol bol fotoğraf çektim. Zaten adım başı fotojenik nokta olan bir ülkenin bence en fotojenik yerlerinden ikisi bu adalar da. Venedik’te iki günden fazla zamanınız varsa gidip görün yani özetle.

3. Gün: Sabah 8’de odayı boşaltıp saat 3’teki Milano trenine kadar Venedik’te gezmece. Sonra trenle Milano’ya geçip akşama kadar merkezde takılmaca. Sorbillo’da pizza yiyip aşık olmaca ve akşam bir şeyler içmek için aşırı hareketli olan Navigli bölgesine gitmece. Gece Milano’da konaklama.
Şimdi diyeceksiniz ki ‘’roadtrip bunun neresinde?’’ O kadar haklısınız ki, ben de yazarken başta anlatmadığımı fark ettim ama hemen buraya sıkıştırıyorum. Biz Bologna-Venedik ve Venedik-Milano arası ulaşımı trenle sağlayıp arabayı Milano’da kiraladık. Kendimizce 2 geçerli sebebimiz vardı bunun için. 1- Venedik’e zaten araç girişi yok ve şehre varmadan arabayı koyacak yer aramak falan gereksiz geldi. 2-Bu 3 nokta arasında ‘’aman arabayla gidelim de tam x noktasında durup tadını çıkaralım’’ diyebileceğimiz bir x noktası yoktu. Şimdi düşündüm de daha da geçerli bir 3. sebep buldum: euro 17 lira? Yolda durmayacak ve arabayı Venedik’e sokamayacaksak neden günlük 849230958 Türk lirası (gerçek fiyat bilgisi için şuradan İtalya seyahat bütçesi yazıma gidiyorsunuz) kira ücreti verelim ki?

Sonuç olarak biz bu günü sabah erkenden kalkıp Venedik’te biraz daha gezerek ve ardından Milano’ya yine trenle giderek geçirdik.

Milano ile ilgili çok bir şey anlatamıyorum maalesef çünkü Milano’yu gezmiş saymıyorum kendimi hiç. Bu seyahatte gittiğimiz büyük şehirler arasında ilk kez göreceğim tek şehir Milano’ydu ve haliyle detaylı gezmeyi çok istiyordum ama hem trenimiz birkaç saat rötar yaptı hem de kaldığımız evden hiç memnun kalmadık ve Milano benim için biraz hayal kırıklığı oldu. Zaten gitmeden önce de ne kadar yok saymaya çalışsam da ”Milano hiç İtalya gibi değil yaa” ya da ”Milano çok dandik kalıyor abi İtalya’da” gibi her gidenin kurduğu cümleler kafamda dönüp duruyordu ve ben Milano’dan pek bir şey anlayamadım.
Milano’ya dair en çok istediğim şey Santa Maria Delle Grazie‘ye gidip The Last Supper‘ı görmekti ama biletlerin haftalar öncesinden tükendiğini öğrendiğimde artık çok geç olmuştu ve buraya da gidemedim.
Çok kısıtlı vaktimizde daha çok Duomo çevresinde takılıp Sforzesco Şatosu‘nun bahçesine gittik. Kaldığımız leş evin sahibinin bize tek faydası tramvayla Navigli bölgesine çok rahat gidebileceğimizi ve gençlerin en çok takıldığı yerin burası olduğunu söylemesi oldu. Biz de merkezde boş boş dolanmamız bitip de gece olunca Navigli‘ye gidelim dedik ve bizim Ege kıyılarının birbirine eklenmişi gibi olan bu mekanlar ve insanlar yığını bölgede kokteyl içip günü burada kapattık.


Bu arada biz biraz geç kalsak da Milano’daki otel fiyatları gittiğimiz diğer birçok yere göre çok çok yüksekti. Normalde iki gece ayırabilirdik belki Milano’ya bu seyahatte ama çok da içimize sinmeyecek bir seyahat için o kadar para vermek istemedik Milano otellerine. Bu yüzden şu an Milano’yu hiç görmemişim gibi düzgün bir plan yapıp kalmak için de erkenden iyi bir yer ayarlayıp şehri detaylı gezme hayalim var. 12 gün İtalya’ya gittik ama Milano’yu ”to do list”imizden silemedik yani ama çok da şikayetçi değilim bu durumdan çünkü bana İtalya’ya gitmek olsun addf.
4. Gün: Artık sabah 8’de çıktığımızı belirtmeme gerek yok bence ama ‘’uyuyup tatil yapmayın, adam gibi seyahat edin’’ vurgusu için yine de söylemeliyim ki 8’de otelden çıkış, 2 saat Milano turu ve saat 10’da arabaya nihayet kavuşmaca ve roadtrip’i başlatmaca.

Road trip başladı ama bir road trip ancak bu günkü kadar road trip gibi başlayamazdı çünkü kişisel tarihimin en şiddetli yağmuruna ve en sırılsıklam anlarına bu gün yakalandım.
Aslında her şey harika başlamıştı. ‘’Vay be şu an İtalya’da kendi arabamızla köy geziyoruz’’, ‘’düşünsene birilerinin dedesi bu köydenmiş’’ gibi gereksiz mutluluk cümleleri eşliğinde girintili çıkıntılı yollarda gölü her görüşümüzde ağzımız mutluluktan açık bir halde ilk hedefimiz olan Bellagio’ya ulaştık. Mecidiyeköy’ü alıp İtalya’ya koysanız onda bile aşık olunacak bir şey bulabilecek bir İtalya wannabe’si olduğum için bu köye aşık olmam da çok kolay oldu tabii ki. Çok özellikli yapıları, devasa müzeleri olan bir yer değildi ama biz bu ülkenin renkli evlerine, minicik köylerine kalbimizi bırakmadık mı zaten?


Sonuç olarak rengarenk evlerin ve çiçeklerin, daracık sokakların arasında birkaç saat geçirdikten sonra Como çevresindeki bütün köyler arasında ulaşımı sağlayan ve kişi başı 15 euro verdiğimiz feribot biletlerini kaptığımız gibi diğer köyler için yola çıktık. Bütün 12 günün en fail olayı tam da bu feribotta başladı. Varenna, Menaggio ve Cadernabia yolunda ilerlerken ilk köy olan Varenna’yı sona bırakma kerizliği ile inmedik ve tam bu köyü geçtikten sonra inanılmaz bir yağmur başladı. Peki biz kerizliğe doyduk mu? Tabii ki hayır. Daha fazla kerizlik için feribottan inmeyip geri dönmeyi seçmek yerine Menaggio’da o dev yağmurun altında indik. Bakın çokomelli 3. kerizlik geliyor şimdi: Köyde inen herkes hemen girişteki büfenin tentelerinin altına sığınırken biz 2 keriz diz kapağımızı bile geçmeye başlayan yağmurda sığınacak bir restoran bulmak umuduyla köye koşmaya başladık. Tabii ki pazar günü o yağmurda açık olan böyle bir restoran yoktu ve o çok bayıldığım tatlış İtalyan evlerinden birinin kapısının önünde kerizliğimize söverek ayakkabılarımızın içinin su doluşunu, kıyafetlerimizin sırılsıklam oluşunu ve su birikintisinin yavaş yavaş diz kapaklarımızın da üstüne çıkışını izledik usulca. Bir süre böyle çaresizce bekledikten sonra da kerizliklerimizi o yağmurda içinden indiğimiz vapurun geri dönüşüne yetişmek için koşarak taçlandırdık.

Sonuçta seyahat boyunca en çok içimize oturan şey burada gerçekleşti ve Como çevresinde Bellagio dışındaki hiçbir köyü gezemeden 15 euroluk feribot biletlerimize içimiz acıya acıya Como’ya doğru yola çıktık. Burada göl değil de şehir olan Como’dan bahsettiğimi belirtme ihtiyacı hissediyor ve İtalya’nın en en en kötü makarnasını yediğim şehir olarak bir kez daha anıyorum.
O gece kalacağımız oteli Cenova’da ayarladığımız için Como’da sadece birkaç saat geçirebildik ama old town bölgesi gerçekten çok tatlıydı. İtalya’da her şehrin merkezini belirleyen o heybetli Duomo’ların Como konumunda olanına bayıldım. Hatta o kadar bayıldım ki ‘’bir Avrupa şehrinde merkez katedrali gören mekanların yemekleri şehrin en dandik yemekleridir’’ teorimi bile bir kenara bırakıp Duomo karşısındaki restorana oturma gafletinde bulunduk ve beklenen oldu. İddia ediyorum ki kaliteli karbonhidrat diyarı canımız İtalya’mızın en kötü makarnasını yapan mekanı da böylece bulmuş oldum. ‘’Ben yaptım siz yapmayın’’ diyerek Avrupa şehirlerinin en merkezi yerinde yemek yemenin seyir zevki açısından mükemmel fakat damat zevki açısından rezalet bir deneyim olduğunu bir kez daha hatırlatıyor ve Como’yu hayallerimde harika Duomo’su ile hatırlamak istiyorum.

Bu gün nasıl içime oturmuşsa çok uzattım ama 3342045 satır öncesinde belirttiğim gibi bu günü istediğimiz gibi bütün Como Gölü köylerini gezemeden Bellagio, Como ve gece Cenova’ya ulaşarak tamamladık.
5. Gün: Öğlene kadar Cenova’da oyalanmaca, daha sonra gece konaklayacağımız Rapallo’ya ve asıl hedeflerimizden biri olan Portofino’ya doğru yollara düşmece.
Seyahatte Türkiye’ye dair her şeyi yok saymayı tercih eden, tamamen bulunduğu ülkeye ve o ülkede deneyimleyeceklerine odaklanan benim için bir ilk yaşandı bu gün ve sabah 8’de otelde online İspanyolca dersime katıldım. Normalde ‘’bir daha mı gelecem Cenova’ya” diyerek kendimi Cenova sokaklarına atardım ama Como kıyısındaki gölleri gezemediğimiz için İtalya’nın bu bölgesine bir kez daha gitmeyi kafaya koyduk ve Cenova’ya da bir kez daha uğrayacağımıza ikna oldum ben de. Tabii bir de gözümde fazla büyüttüğüm Portofino’ya daha fazla vakit ayırmak istemiş de olabilirim. Sonuçta itiraf etmeliyim ki Cenova’ya hakkını hiç veremedik ve arabayla port tarafında biraz tur atıp old town’a uğrayamadan Portofino’ya doğru yola çıktık. Aslında tam sevdiğim İtalyan şehri tipiydin ve uzaktan bile çok güzeldin Cenova. Affet bizi…
Cenova-Portofino yolunun güzelliği aklıma gelince bile biraz heyecanlandım şu an çünkü hayatta en çok sevdiğim birkaç şeyden bolca vardı bu yolda: deniz, begonviller, palmiyeler ve rengarenk küçük evler.

Bu noktada neden Rapallo’da konakladığımızdan da bahsetmeliyim çünkü herkes normal şartlar altında Portofino’da konaklamak ister bence. Fakat her yerde çok romantik ve nostaljik tatlış bir kasaba olarak bilinçaltımıza işlenen bu yerdeki otel fiyatlarına bakarsanız 300-400 hatta bazen 1000 euroyu bile gözden çıkarmanız gerektiğini göreceksiniz. Biz biraz rezervasyon için geç kaldık diye mi böyle oldu bilmiyorum ama İtalya’da bir çok yerde 8-10 euro civarı olan makarnaların burada 25-30 euro civarında olduğunu gözlerimle gördüğüm için kendime kendimi haklı çıkarma izni veriyorum.

Bu arada böyle bahsetmem Portofino’yu beğenmediğim anlamına asla gelmiyor. Gerçekten çok güzel ve tatlı bir kasabaydı özellikle de kaleden ve kale yolundan görünen haliyle. (Burada kaleye girişin kişi başı 5 euro olduğunu ama bu parayı vermek istemezseniz de kaleye çıkmadan da kale yolunda çok güzel bir manzara görebileceğinizi belirteyim) Yine de İtalya’da öylesine girdiğiniz bir ara sokak ya da kafanızı şöyle bir kaldırınca gördüğünüz herhangi bir bina bile çoğu zaman aşırı güzel olduğu için Portofino İtalya’daki herhangi bir yerden çok daha güzel gelmedi açıkçası bana. Evet, aşırı güzeldi ama İtalya’daki herhangi bir yer gibi güzeldi işte. Anladınız bence siz.

Yalnız o minik kasabada ‘ultra lüks’ ’bir hava almak garipti bence. Toplasanız küçücük bir alan ama aşırı lüks yatlardan Balenciaga, Louis Vuitton gibi lüks markalara kadar ‘’lüks’’ namına her şey vardı. 30 euroya makarna satılmasını bunları görünce biraz daha anlamlandırabildim ama tabii ki o makarnadan asla yemedim… En son bu kadar lüksü Monte Carlo’da görmüştüm ama Portofino’yu buraya benzetmek istemem çünkü Portofino Monte Carlo’nun aksine ruhsuz bir yer değildi bence. Tipik bir İtalyan köyü ama aynı zamanda çok lüks olan, aşırı güzel ama İtalya şartları için biraz abartılmış bulduğum güzel ama overrated bir yer olarak yer etti bende 😀

Bu arada Portofino’nun bir ucunda çok güzel bir yürüme yolu olan bir deniz feneri var. Zaten yapılacak çok da fazla şey olmayan bu küçük kasabada biz de herkes gibi kaleye çıktıktan sonra fenere kadar yürüdük ama fenerin altındaki o güzel manzaralı restoranda yer bulamadığımız için oturamadık. Yemekleri nasıldır bilmiyorum ama o sonsuz görünen denize karşı bir kokteyl içmek benim içimde kaldığı için ben yapamadım ama imkânınız olursa siz yapın diyorum.

Portofino’yu bir tarafa bırakıp biraz da Rapallo’dan bahsetmek isterim çünkü gezi bloglarında hiç adı geçmeyen ama çok tatlı, Portofino’ya çok yakın ve konaklama için de çok uygun bir yer bence. Biz bahsettiğim gibi Portofino’daki oteller çok pahalı olduğu için hakkında çok da bir şey bilmeden sırf haritada yakın görünmesine güvenerek burayı seçmiştik konaklamak için ve iyi ki de böyle yapmışız dedik.

Rapallo da Portofino gibi deniz kenarında çok tatlı bir kasaba ve en güzel tarafı Portofino’nun aksine sakin ve huzurlu bir yer. Sahil boyunca oteller ve restoranların olduğu ve nedense aşırı derecede Nice’e benzettiğim bu şehri çok güzel pizzalarıyla, sahil yoluyla ve bu seyahatte ilk kez şehir merkezinde kalabildiğimiz yer oluşuyla kalbime kazıdım. Evet, ilk kez bu kadar merkezi bir yerde kaldık çünkü her fırsatta belirttiğim gibi çok ani gelişen ve otel fiyatlarının uçtuğu bir döneme denk gelen bir road trip oldu bizim için ve çok az yerde memnun kalarak konakladık. Rapallo’da da denizin tam kenarında ve kendi plajı olan ve şuradan inceleyebileceğiniz Hotel Italia e Lido Rapallo’da kaldık ve koca bir gezi boyunca önerebileceğim çok az otelden biri oldu burası 😀

Rapallo ve Portofino arasındaki Santa Margherita’dan da biraz bahsetmeliyim çünkü bu taraflara giderseniz görmek isteyebileceğiniz bir yer. Bizim için bu civardaki iki ana nokta arasında kaldığı için sabah önünden 3 kez geçtik ve gündüz o cıvıl cıvıl halini uzaktan çok beğendik. Vaktimiz kısıtlı olduğu için plajını ve kafelerini insanların doldurduğu o canlı saatinde burada bulunamadık ama Rapallo’da kaldığımız gece yemek sonrasında uğradık 1-2 saat kadar. O hali çok etkileyici olmadı ama denize girmek, yemek yemek hatta konaklamak için gidebileceğiniz bir yer bence çünkü Portofino’ya da Rapallo’ya da çok yakın ve denizi de çok güzel duran çok hareketli bir yer.

Bizim bu bölgede geçirdiğimiz bu günde hava biraz serindi ve denize girmeyi düşünmedik bu yüzden ama buralarda yüzmenin biraz içimde kaldığını ekleyerek bu günü kapatıyorum.
6. Gün: Sabah erkenden Rapallo’dan ayrılarak La Spezia’ya gidip burada arabayı park edip Cinque Terre yollarına düşmece (İtalya’nın ilk ve tek park cezasını burada yemece ssdsa), köylerden sonra gece konaklanacak Floransa’ya geçerken Pisa’ya uğrayıp kuleyi itmeden fotoğraf çeken azınlığa katılmaca.
Bu sabahtan çok net hatırladığım bir şey var: KALABALIK. Cinque Terre bilet sırasında çok fazla insan, trende daha fazla insan, köylerin giriş ve çıkışında daha da fazla insan…
Gerçekten İtalya’da gördüğün en kalabalık nokta La Spezia tren istasyonunda Cinque Terre biletlerinin satış ofisinin önüydü. O sırayı görünce önce bir ‘’biz napıyoruz’’ dedik ama sonra bütün o 3742498592 insanın nasıl düşünemediğini ya da pintiliklerinden mi kaynaklandığını asla anlayamadığım bir yolunun oralarda bir yerlerde olduğunu hissedip kafamızı çok az çalıştırarak internette ‘’Cinque Terre train tickets’’ gibi aşırı basit ama işlevsel bir arama yaptık ve sonuç: tabii ki 2022 yılında internette tren bileti satışı vardı. Bakın gerçekten o 3742498592 insanın neden, nasıl, ne düşünerek ve hangi motivasyonla o sırayı beklemeyi göze aldığı benim için bu seyahatin en büyük soru işareti oldu. Sonuçta satış ofisindeki fiyatından kişi başı 1.9 euro daha fazla vererek 2 kişi için 38.4 euroya bütün gün boyunca bütün köyler arasındaki tren ulaşımını sağlayan Cinque Terre Card’ı bu siteden almış olduk.

5 Köy’e (Cinque Terre) adını veren bu 5 köyün isimleri Riomaggiore, Manarola, Corniglia, Vernazza ve Monterosso. (Bu ne tuhaf bir cümle oldu böyle sjsjs)
La Spezia’ya en yakın olan köy Riomaggiore ve sonra bu bahsettiğim sırayla konumlanıyorlar. Corniglia hariç hepsi deniz kıyısında ve beşi de birbirine çok yakın. Ben beşine de gideriz diye umuyordum ama sonrasında hem Pisa’ya uğrayacağımız hem de ayarladığımız oda için Floransa’ya gitmemiz gerektiği ve en çok da daha önce de gittiğim Floransa’yı kendi kişisel dünyamın en minnoş şehri ilan ettiğim ve Floransa’da günbatımına yetişmek istediğim için bütün diğer üşengeç turistler gibi Corniglia’yı es geçip diğer 4 köyü gezdik. Corniglia’yı hala merak ediyorum ama okuduğum kadarıyla biraz dağa taşa tırmanma gücü gerektiren bir köymüş ve üşengeç ruhum çok da pişman değil gidemediğimiz için.

Diğer 4 köyü Riomaggiore, Monterosso, Vernazza ve Manarola sırasıyla gezdik. Önce en yakın Riomaggiore’yi gezip sonra en uzaktaki Monterosso’ya gidip oradan sırayla dönmeyi uygun bulduk belki o devasa kalabalık Monterosso’yu sona bırakmıştır umuduyla ve çok da haksızmışız diyemem ama haklı da değildik bence çünkü en popüler köy olduğunu düşündüğüm Vernazza aşırı kalabalıktı mesela. Monterosso’nun çok kalabalık olmamasını da bizim küçük çakallığımıza değil de hepsinden küçük olmasına bağlıyorum bu yüzden…
Kısa kısa gittiğimiz dört köyü özetleyecek olursam:
Riomaggiore


Köylerin en büyüğü ve en kalabalığı burasıydı sanırım. Haliyle de en popüleri diyebilirim. Hani Cinque Terre deyince görmek istemeseniz bile muhtemelen bir yerlerde görmüş olduğunuz meşhur bir fotoğraf vardır, en önde kırmızı bir ev olan. Hah işte o çok popüler fotoğraf noktası bu köyde. Onun dışında denizi yukarıdan izleyebileceğiniz çok güzel bir yürüyüş yolu, rengarenk başka evler, tatlı dükkanlar, pizza ve tatlı kokuları falan işte bildiğimiz. Yani aşırı İtalyan ve çok güzel.
Monterosso:


Burası bizim en az vakit geçirdiğimiz köy oldu çünkü anladığım kadarıyla buranın olayı plajları. Gördüğümüz köylerin en küçüğüydü ve sahil boyunca şöyle bir yürüyüp diğer köylere doğru devam ettik. Yalnız plajların hemen yanındaki Il Gigante isimli heykel çok heybetli ve güzeldi. Bir de begonvillerine aşık olduğum İtalya’nın en güzel begonvilli evi de buradaydı. Yani kendisini sevgiyle ve güzelliğiyle anıyorum.
Vernazza:

Cinque Terre fotoğraflarında Riomaggiore ne kadar popülerse gidenler arasında burası da o kadar popüler gibi anladım çünkü en kalabalık köy burasıydı. Aynı zamanda en rengarenk ve fotojenik köydü ama sıcaktan ve insan yığınından tam olarak tadını çıkaramadık gibi hissediyorum çünkü gittiğim yerde 2-3 saat boş boş etrafı izlemek hobimdir ve burada bu kadar vakit geçiremedik. Yine de bebeğim oldu daha ilk günden çünkü iç tarafından girip denize kadar yürüyünce sizi çok renkli, çok güzel bir manzara karşılıyor ve ben deniz kenarındaki renkli evlerin hastasıyım.


Manarola:

Burası bana bundan 10 yıl falan önce 12-16 yaş aralığındaki ergen kızlarımız arasında One Direction aşırı popülerken grupta Louis’in dışlandığını düşündüğü için üzülen, üzülmekle kalmayıp geceleri Louis için ağlayan ve dönemin çok dalga geçilen o kızıyla empati kurdurdu çünkü bakın burası gerçekten dışlanmış 🙁 Cinque Terre aramalarında en iyileri ararken en iyi plajdır, en iyi manzaradır, en iyi dondurmadır falan her şeyde diğer köylerin adını görürsünüz ama bizim gariban Manarola’nın adı hiç geçmez. Halbuki hepsi birbirinden güzel olsa da kaktüslü yürüyüş yoluyla, uzaktan yemyeşil görünen trekking yoluyla ve en çok da sakinliğiyle bu köy benim aklımda en görülesi köy olarak kaldı. Bence bunu birinden duymaya ihtiyacın vardı Manarola: BİZ SENDEN RAZIYIZ.


Şimdi Pisa ve Floransa’dan bahsetmeden önce İtalya’daki ilk ve şaşırtıcı şekilde tek park cezamızdan bahsedeyim. Şaşırtıcı çünkü sokak kenarlarındaki ücretli park yerlerine çok kez park ettik ve içimizdeki dürüst insanla euro’nun 17 lira olduğunu bağıran insanın tartışmasını tabii ki sesi çok çıkan kazandı ve bir şekilde ödemediğimiz ücretler canımız İtalyan zabıtalarımızın gözünden kaçtı ve bence sesi çok çıkana haksız da diyemeyiz bu şartlarda.
Neyse biz arabayı La Spezia’da gerçekten 3-4 tane koca çöp konteynerının yanına kimsenin burada görmeyeceğini umarak park etmiştik ki dönüşte 18.60 euroluk bir cezayla karşılaştık. Biz orada ödemek için herhangi bir şey yapmadık ve aracı kiraladığımız şirketin gerekirse kartımızdan çekeceğine ikna olduk ve hala da çekildi mi diye kontrol etmedik asfhd. Burada İtalya’da kara listede olmadığımızı ümit ediyor ve sizi euro 30 lira da olsa (bakarsınız ben bunu yazdıktan 2 ay sonra olur çünkü some Turkish rules) park ücreti ödemeye davet ediyorum.
Biz Cinque Terre’den sonra Pisa’ya geçtik demiştim ve şu klasik ‘’Pisa’da kuleden başka bir şey yok abii’’ geyiğini bir kez de ben bırakıyorum buraya. Yani biz zaten kuleden başka bir şey de araştırmadık açıkçası çünkü aslında sırf dibinden geçeceğimiz için bir bakıp çıkmaya uğradığımız, olmasa da olur bir yerdi bizim için. Duomo ve kule bölgesinde -ki zaten ikisi dip dibe- birkaç fotoğraf çekip biraz yürüdükten sonra ayrıldık buradan. Kulenin çevresi yerlerde dandik obje satan hediyelikçilerle doluydu ve beni hiç sarmadı açıkçası burası. Yine de İtalya gibi bir yerde Pisa’nın overratedlığını anlamasam da Duomo çok çok güzeldi.

Şimdi geliyorum canımız gözbebeğimiz sanat şehrimize. İlk kez 2016’da gidip aşık olduğum ve hayatım boyunca birkaç kez daha geleceğimden emin olduğum ve 6 sene sonra bana kendimi haklı çıkaran bu güzeliğin adı tabii ki Floransa.



Bu şehirde tam olarak neye her seferinde bu kadar çekiliyorum bilmiyorum ama inanılmaz bir güzelliği ve büyüsü var bence. Aslına bakarsanız küçücük bir yer ama sanki bütün güzellikler bu küçücük şehirde toplanmış gibi. İtalya’da bir sürü yerde günbatımı izledim mesela ama bu günün akşamında Michelengelo Tepesi’nde günü tam anlamıyla batıramamak bana dert oldu. Biz bu gezide günbatımına doğru varıp ertesi gün öğleden önce ayrılacak kadar gezebildik Floransa’yı ama giderseniz kesinlikle birkaç gün bu güzelliğin tadını çıkarın. Paris’te Louvre Müzesi’ne de gitmiş bir insan olarak hayatımın en güzel müze turlarını bile bu şehirde yaptığımı hatırlıyorum ve ısrarla İtalya planlarınıza Floransa’yı ekleyin diyorum.
7. Gün: Sabah Floransa’da kısaca turlamaca, öğlen Toskana köyleri turu, Akşam Roma’ya varış ve Roma’da konaklama.
Eveet şimdi geldik benim kişisel favorim olan güne. Normalde aynı günde hem Floransa hem Toskana hem de Roma’yı gezdiğini söyleyen birine karşı içimde ’sen şimdi oraları gezdiğini mi sandın’’ tribi barındırsam da daha önce Roma ve Floransa’nın gezilecek neredeyse her yerini gezmiş biri olmanın bana verdiği yetkiye dayanarak bu eleştirdiğim insan oldum o gün.
Floransa’dan ayrıldıktan sonra ilk durağımız San Gimignano oldu. Tam burada o ‘’Avrupa’da her yer birbirinin aynısı yeaa’’cılara küçük bir çıkışmak isterim: Değil arkadaşlar, Avrupa’da her yer birbirinin aynısı değil. Eğer böyle bir iddianız varsa sizi en acilinden Toskana’ya ve San Gimignano’ya gitmeye davet ediyorum çünkü gerçekten BÖYLE BİR ŞEY OLAMAZ. Bu ne güzelliktir, bu ne orta çağ’ın içine düşmektir, bu ne hayata 10-0 önde başlamaktır… Ben burayı anlatamıyorum çünkü diyebileceğim tek şey zaman makinesine girip de çıkmış gibi hissedeceğiniz ve bunu ispatlamak için de sadece fotoğraf bırakabiliyorum. Buyrunuz size bedava zaman makinesi:


San Gimignano’dan sonra Castellina in Chianti ve Buonconvento’ya gittik. Bu ikisi de çok çok küçük ve tatlış, sokaklarında sadece İtalyan dedelerin ve nonaların olduğu, bizdeki köy kahveleri gibi köydeki tek barda bu tatlış yaşlıların bir iki kadeh bir şeyler içtiği ve çok zamanımızı almayan yerlerdi.


Bundan sonrası gerçek bir paradise… Zaten yol boyunca Toskana manzarası yeterince nefes kesici güzellikte değilmişçesine San Quirico d’Orcia vadisine gittik ve Yeşil Vadi’yi gören Tellioğulları gibi biz de ağzımız açık bu vadiye bakakaldık. Bir kapıyı geçerek yürüme yoluna giriyorsunuz ve sonrası gerçek bir cennet. Bu vadideki her bir saniye hayatımın en unutulmaz anları listesine çoktan girdi bile çünkü gerçekten sonsuz bir wonderland’a bakar gibiydim. Yani öyle bir yer düşünün ki size aynı anda hem Alice’i hem Tellioğlu-Seferoğlu kavgalarını hissettirecek kadar büyülü.

Bu arada vadide şöyle bir dream job kurmuş birileri: mavi bir vosvos, mavi bir vespa ve bir adet fotoğrafçı. Kendinizi Leyla ve Suphi, Leyla ve Lütfü ya da Leyla ve Şaban (Buradan Leyla’ya helal olsun diyorum sjsjs) gibi hissetmek isterseniz o sonsuz güzellikteki devasa vadide partnerinizle bol vosvoslu ve vespalı fotoğraflar çektirebilirsiniz. Tabii yanlış hatırlamıyorsam tek bir fotoğraf için 20 euro gibi bir ücret istediklerini de hatırlatayım.



Her güzel şey gibi bunun da bir sonu oldu ve bu dev güzellikteki günü daha da dev bir şekilde sonlandırmak için wonderland vadimizden sonra bir diğer wonderland olan Roma’ya gittik.
Şimdi burada Roma’da gezilecek yerler listesi gibi bir şey yazmayacağımı üşenmeyip bu yazıyı buraya kadar okuduysanız zaten çoktan anlamışsınızdır. Tam da düşündüğünüz gibi yok ‘’Trevi’ye gidin’’ yok ‘’Kolezyum’u görmeden dönmeyin’’ demiyorum çünkü bu yazıdaki amacım çok fazla yere gidilen bir roadtrip için sadece bu seyahatte deneyimlediklerimi paylaşmak.. Ben sadece Roma’ya 3 kez gittiğimi ve daha 30 kez bile gidebileceğimi, her bir noktasını asla sıkılmadan 30 kez daha gezebileceğimi söyleyebilirim size.

Biz bu gezide zaten 24 saat bile geçiremedik ama en bilindik meydanların hepsine bir kez daha yürüdük ve hepsine bir kez daha aşık olduk.
Bu arada benim hayatımın en iyi pizzasını Roma’da yediğime dair kendimi ve herkesi bir şekilde inandırdığım bir iddiam var. Kendisi pestolu ve fıstıklı yemyeşil bir pizzaydı ve doğru hatırlıyorsam İspanyol Merdivenleri’ne çok yakın bir yerdeydi. Bu pizzayı ilk gidişimde yedim ve sonra 2 kere gitsem de yerini asla bulamadım. Şimdi bulsam yiyemezdim gerçi vegan olmadığı için ama bulup ‘’işte buydu’’ demek isterdim sfhd. Bunun dışında da yemek anlamında bizi en çok tatmin eden yer yine Roma oldu. Bu şehre aşkımın bir sebebi de boğazıma düşkünlüğüm gibi hissediyorum ama bakalım…
8. Gün: Sabah Roma’dan Napoli’ye geçiş, Sorbillo’da pizza için dev bir bekleyiş, akşama doğru Procida’ya geçiş ve Procida’da konaklama
İtalya road trip’i boyunca en beklenmedik gün bu gündü sanırım benim için. Bunun ilk sebebi Napoli’nin bizzat kendisi. Napoli benim hayallerimde hep İtalya’nın henüz göremediğim en güzel şehri, adeta bir cennet köşesi yani aşkların en güzeliydi. Bu hayallerle Napoli’ye giriş yaparken gördüğüm tek bir şey vardı: NAPOLİ İSTANBUL’UN TA KENDİSİYDİ.
Şimdi küçük bir flashback yaşıyor ve sizleri de kendi 2019 yılıma götürüyorum. Bir arkadaşımla Güney Fransa’ya gittik ve Nice, Cannes, Eze hatta ruhsuz Monte Carlo gibi yerleri gezip beğendikten sonra Marsilya’ya gittik ama o da ne: Marsilya dedikleri şey Eminönü’ydü. Sokakları, insanları, göçmenleri, kebapçıları falan her şeyiyle İstanbul karşımızdaydı. Bir şehir daha fazla İstanbul olamaz diye düşünüyordum ta ki Napoli’ye ilk giriş anıma kadar. Leş trafiğiyle, sürücü kavgalarıyla, korna sesleriyle, sokak ortasındaki çöp yığınlarıyla, daracık sokaklarıyla, kalabalığıyla ve port bölgesiyle Napoli Marsilya’dan bile daha fazla İstanbul olarak karşımda duruyordu ve ben cennetten bir köşe sandığım Napoli’yi bu haliyle kabullenmek zorunda kaldım.
Biz Napoli’deyken de yağmur vardı ve hem yağmurda hem o kalabalıkta gezmek zor olduğu için ilk iş kendimizi Sorbillo’ya attık pizza yemek için. Anında kapılar bize açılmış da koşarak içeri girmişiz gibi ‘’kendimizi attık’’ dediğime bakmayın çünkü dünyanın pizza başkentinin en ünlü birkaç pizzacısından birinde koca bir sıra vardı tabii ki. Neyse bu sırayı bekledik ve çok güzel pizzalar yedik.

Biraz sokak turundan sonra Napoli’nin Ziyagil Köşkü tadındaki meşhur kahvecisi Gran Caffe Gambrinus’a gittik fakat bu mükemmel binanın, harika kahve kokusunun ve çok güzel görünen tatlıların bir bedeli vardı tabii: 267489 kişilik sırayı beklemek. Bizim Procida adasına gitmek için biletimiz vardı ve bu sırayı bekleyemedik tabii.
Şimdi yeri gelmişken bir diğer beklenmedik olayı da ucundan kıyısından bilgilendirici de olacak şekilde anlatayım. Napoli’den yakınlardaki Capri, Procida, Ischia isimli adalara hatta başka yerlere de giden feribotlar kalkıyor. Araçlı ya da araçsız olarak binilebiliyor bunlara. Snav ve Caremar adında 2 şirket var ve ben saatleri daha uygun diye şu site üzerinden Snav’dan bilet almıştım ama sağ olsunlar hiç haber vermeden bizim seferi iptal etmişler ve biz de hemen yanındaki Caremar gişesinden yakın saatlerdeki yeni biletlerimizi aldık. Bizim adaların üçüne de gidecek vaktimiz yoktu ve Procida rengarenk fotoğraflarıyla beni çok cezbetti ve akşam 8’de adada olacak, sabah 10 gibi adadan ayrılacak şekilde bir plan yaptım. Biz arabayı Napoli limanındaki açık otoparklara günlük 18 euro yazmasına güvenerek park edip 24 saatlik değil de gece 12’den sonrasını ayrı bir gün sayarak bizden 36 euro alacaklarını bilmeden masumca feribota bindik ve 40-50- dk arası bir sürede adaya ulaştık.

Procida nedenini anlamadığım bir şekilde saydığım bu 3 ada arasında en az popüler olanı. Capri’yi zaten hepimiz zenginlerin tatil yeri olarak duymuşuzdur ama Ischia diye çok popüler bir yerin varlığını ben bu seyahatten birkaç gün önce öğrendim açıkçası. Yine de bütün bu geri planda kalmışlığına rağmen seçtiğim Procida’dan aşırı mutlu ayrıldım.

Procida inanılmaz küçük bir ada ve fotoğraflarda gördüğünüz muhteşem bir manzara noktası var. Siz istemeseniz bile illaki bu tepeye çıkarsınız diye düşünüyorum çünkü yürüyecek başka pek bir güzergah yok gerçekten. Bu manzara tepesinde günbatımı izlemek to do list’imde en üst sıralardaydı ve bu uğurda masum bir yalan bile söyledim sdha. Normalde ayarladığımız otele 8’den sonra giriş ekstra ücrete tabiydi ama saçma şirketimizin feribot seferimizi iptal etmesini kullanarak 8’den önce gidebileceğimiz otele ancak 9.30’da varabileceğimizi söyleyerek günbatımının tadını çıkardım.
Elin İtalyanını kandırma rezilliğime gerçekten değdi çünkü bu noktada günbatımı gerçekten enfesti. Hatta tepede bir yiyecek kamyonu da vardı ve tepedeki çok az kişi olarak burdan aldığımız aperolleri günbatımını izlerken yudumladık ve an’ı yaşama huyu pek olmayan benim için en güzel an’ı yaşama anılarından biri oldu Procida.

9. Gün: Nihayet Amalfi kıyılarına ulaşmaca, Positano kalabalığında fenalık geçirmece, akşam Sorrento’nun güzelliğine şaşırmaca ve Sorrento’da konaklama
Procida’yı kalbimize gömüp Amalfi Kıyıları’na doğru yola çıktığımız bu gün, yolda sürekli arabayı durdurup harika manzaralar izlediğimiz gün olarak kaldı aklımda.

Portofino’dan sonra aynı hatırlatmayı yapmam gereken yere geldik şimdi: Amalfi’ye. Burada da oteller Portofino’dan pahalı olmasın ama gerçekten çok çok pahalı. Günlük 300-400 euroyu bir kez daha gözden çıkaramadığımız için bir kez daha alternatif arayışına girdik ve Sorrento’ya çok yakın ve aşırı tatlı bir çift tarafından işletilen yepyeni bir otel bulduk. Alt katlarındaki restoranı da işleten ve şef olan Ivan’ı önceden belirtmeyi unuttuğum için sabah son anda bana vegan kahvaltı hazırlayan o tatlı kişi olarak hatırlıyor ve yemyeşil bir bahçede denize bakan bu oteli Rapallo’dan sonra tavsiye edilesi 2. Otelimiz olduğu için gideceklere öneri olarak ismini bırakıyorum: Casale Guarracino. İncelemek isterseniz şuradan inceleyebilirsiniz.

Biz Positano’dan geride olduğu için önce otele uğrayıp eşyalarımızı bırakıp Positano’ya geçtik. Şimdi bir itiraf: Positano biraz overrated mı ne? Yani tabii ki İtalya’daki en ufacık herhangi bir nokta gibi çok güzeldi ama sanki Positano bu olmamalıydı… Bir kere inanılmaz bir kalabalık ve haliyle park sorunu var. Daha Positano’ya yaklaşırken ufaktan tadı kaçıyor bu yüzden insanın. Tamam güzel, yine güzel, İtalya zaten nasıl bu kadar güzel falan ama sende bir olmamışlık var be Positano. Sanki Marmaris’te deniz tatili daha bir ideal göründü bana sadhx. İtalya’nın güzelliği malum olduğu için elindekini pazarlama harikası olan ülkenin Fransa olduğunu düşünürdüm hep ama konu deniz tatili olunca sen de az değilmişsin be İtalya’m…
Şimdi abartıldığını düşündüğüm diğer her yer gibi Positano’nun da aslında çok güzel olduğunu ama İtalya’da zaten her yer fazlasıyla güzel olduğu için benim aşırı bir farklılık arayıp beklentimi nirvanaya çıkarmam sebebiyle overrrated bulduğumu hatırlatayım. Yoksa gidin görün yani tabii, ben abartılmış dedim diye listesinden sileni allah çarpar…

Positano’nun bütün güzelliğinim yanında biraz da olayı deniz aslında çünkü Amalfi Kıyıları’nın en ünlü plajı burada bulunuyor. Bu upuzun plajın ismi Spiaggia Grande ve giderken bizim de burada yüzme hayalimiz vardı. Fakat ben bir şeye niyetlenmişsem evren durur mu? Tabii ki durmaz ve o gün de bir yağmur patlattı. Sonuç olarak Portofino ve Como’da olan şey burada da oldu ve biz yine yüzemedik. Yalnız bu defa üzüldüm dersem yalan olur çünkü Amalfi Kıyıları boyunca Positano kalabalığından kurtularak daha rahat yüzebileceğimizi düşündüm ve öyle de oldu gerçekten.

Neyse sonuçta yine bol ıslanmalı, bol insanlı ve bol manzaralı bir yeri daha gerimizde bırakıp Sorrento’ya döndük. Sorrento için bir tek akşamımız vardı ve açıkçası uygun fiyatlı otelleri dışında çok da araştırmadığım bir yerdi ama ben Sorrento’dan da razıyım çünkü çok tatlı bir yerdi. Şansımıza tam gün batımında öylesine çıktığımız bir yer turistlerin fotoğraf çekmek için üşüştüğü bir nokta çıktı ve burada çok güzel bir günbatımı izledik. Bunun dışında klasik Amalfi hatta İtalya güzellikleri vardı işte her zamanki gibi ama klasik İtalya sokakları dünyanın en güzel şeyleri olduğu için Sorrento’yu da sevdim.

Bu arada bütün Amalfi Kıyıları 3493570 farklı boyda ve galiba çeşitte limon yetiştirilen yerler ve limonla ilgili aklınıza gelebilecek (hatta gelmeyecek çünkü neden aklımıza limonu yiyip içmekten başka şey gelsin?) her şey var sokaklarda. Hayatımın karpuz büyüklüğündeki ilk limonlarını da buralarda gördüm hatta. Güzel kokulu ve sarı temalı sokaklar Mediterranean sevgime birkaç puan daha ekledi.

10 Gün: Sorrento’dan Salerno’ya kadar bütün Amalfi kıyılarını gezmece, Salerno diye yola çıkıp hayalet şehirle karşılaşmaca, Toskana’yı aratmayan birtakım yollardan geçerek Bari’ye ulaşmaca, akşam Bari’de hamburger yeme rezilliği ve Bari’de konaklama.
Amalfi Kıyıları‘nı detaylı gezmek niyetindeyseniz ve en çok da denize de girecekseniz bence tam 3-4 gün kalıp bol gezmeli bol yüzmeli bir tatil yapılacak yerler buralar fakat maalesef bizim böyle bir zamanımız yoktu. Bu yüzden bu günün sabahında Sorrento’dan yola çıktıktan sonra önceki gün gezdiğimiz Positano’yu atlayarak bütün Amalfi kıyıları boyunca ilerledik ve en son Salerno’ya ulaşarak Amalfi’yi bitirdik.

Hem yüzüp hem gezeceğimi hayal ettiğim bu tatilin ilk ve son yüzüşü tam olarak bu günde ve Amalfi’de yaşandı. Burada bahsettiğimin bütün o kocaman Amalfi kıyıları değil de sadece Amalfi kasabası olduğunu anlamışsınızdır diye tahmin ediyorum. Kasaba olan Amalfi’nin hemen girişinde daha fazla dayanamayarak küçücük alanda yüzmeye çalışan bir grup insanın arasına attık biz de kendimizi. Sonra hemen giyinip kasabanın içine doğru ilerledik ve Floransa’dan beri hasret kaldığımız devasa Duomo’lardan bir diğerini burada ziyaret ettik. Duomo di Amalfi gerçekten çok çok çok güzel bir yapıydı ve kasabanın o leş sıcağında sığınmak için de çok uygun merdivenleri vardı. Avrupa’da premses bünyem ne zaman üşüse ya da sıcaktan bunalsa kendimi hep Tanrı’nın evine atarım zaten ve hep de işe yarar… Neyse.. Asıl konumuza dönersek Amalfi kasabası Positano kadar popüler değil gördüğüm kadarıyla ama ben Positano’dan daha çok beğendim burayı.


Biz Amalfi’den sonraki kasabaların hepsini gerçek anlamda bir bakıp çıkarak gezdik diyebilirim çünkü çok sıcaktı ve bir yerden sonra hepsi birbirine benzemeye başladı sdfs. Ben detaylı gezmedim ve çok detaylı gezilecek yerler gibi de durmuyorlardı ama yine de giderseniz beğeneceğinize emin olduğum bu minnoş kasabaların adını yazıyorum: Minori, Maiori ve Atrani.
Bu yazdıklarımdan çok daha popüler olan Ravello da var ama biz saçma bir şekilde bu kasabaya giremedik o gün. Bütün yollar kapalıydı ve en son hatırladığım 4 tane kadın İtalyan polisin bizi durdurup bağıra bağıra İtalyanca bir şeyler anlatması oldu. Biz sebebini asla öğrenemedik ama devasa kalabalıktan mı diye düşünmeden de edemedik çünkü daha kasabaya birkaç kilometre varken bile park halindeki arabalar dip dibe dizilmişti. Sonuç olarak yukarıdaki 3 köyün gördüğüm kadarıyla daha da güzeli var ve ismi Ravello ve gitmesek de görmesek de bizim çok beğendiğimiz bir köy oldu sadece fotoğraflardan…

Şimdi gelelim İtalya’nın perili köşkü Salerno’ya. Perili köşk demek durumundayım çünkü Salerno’dan daha boş bir yer varsa orası da ancak perili köşk falandır tahminimce. Açlıktan ölmek üzereyken gittiğimiz bu şehirde bizden başka sadece bir Carrefour’un çalışanları vardı insan olarak ve yemek olaraksa vegan hiçbir şey yoktu. Muhtemelen siesta saati olduğu için böyleydi ama Güney Avrupa’da herhangi bir şehri siesta saatinde bile bu kadar boş görmemiştim daha önce. Hayatımda ilk kez İtalya’da bir yerden koşarak uzaklaşmak zorunda kaldım sonuç olarak.

Buradan sonra şimdi bir cahilliğimle sizleri de şaşırtmak isterim çünkü ben gidince çok şaşırdım. Şimdi şöyle ki ben Napoli’yi nasıl cennetten bir çiçek sanıyorduysam Bari’yi de İtalya’nın en lüks tatil lokasyonu sanıyordum. Bunu kim nerede aklıma soktu ya da nasıl gerçekdışı bir olay bana bunu düşündürdü bilmiyorum ama ben kendimce inanmıştım. Buraya uçak biletlerinin 5000 küsür liradan başlaması da bana kendimi daha da haklı hissettirmiş olabilir bu arada, şu an fark ediyorum. Toskana tadındaki güzelim yollardan geçip Bari’ye vardıktan sonra gördüm ki böyle bir şey yokmuş arkadaşlar. Daha birkaç gün önce Portofino’yu, Positano’yu falan gezmiş biri olarak Bari’den tam olarak ne bekledim bilmiyorum ama hiç o lüks tatil cennetiyle karşılaşmadım. Gayet kendi halinde, mütevazı, tatlış bir yerdi. Hatta Ege’deki sahil kasabalarının çoğuna çok benziyordu sahil kısmı. İç taraflar da bildiğimiz Avrupa işte: geniş ve temiz bir ana cadde, güzel binalar, tatlı insanlar…


İtalya yeme içme notları yazımda daha ayrıntılı anlattım ama 10 günde 245983 pizza ve 412859 makarna yediğim için haklı bir vizyonsuzluk örneği sergileyerek çok merak ettiğim vegan burger zinciri Flower Burger’e gittim burada ve İtalyanların kendi mutfaklarına aşık olmam yetmezmiş gibi burgerlerine de aşık oldum. Hatta yetmedi ve ertesi gün de aynı yere gittik ashfs.
11. Gün: Alberobello’da ‘’ne hayatlar var bee’’ diye şaşırmaca, Bari’de denize girecek yer arayıp da bulamamaca, 2 kez üst üste aynı yerde konaklama rekoru ile geceyi Bari’de geçirmece.

İtalya planı yapmaya başladığımdan beri kafamdaki en net yerlerden biri tabii ki Alberobello’ydu. Bari’den 50 dk gibi bir mesafedeki bu karizmatik kasabaya ulaştık ve ben yine bir klasik olarak burayı da çok beğendim. Diyebileceğim tek şey buranın mükemmel bir yer olduğu ve ne kadar erken giderseniz fotoğraflarınızda o kadar az insanla yer alacağınız çünkü biz sabah saat 10 olmadan Alberobello‘ya varmamıza rağmen çok kalabalıktı. İnsanlar aralarında 3-5 cm bırakacak şekilde ve tek sıra halinde fotoğraf çekiyorlardı. Hiçbir şey olmasa bile bir şeyler oldu ve mucizevi bir şekilde içinde insan barındırmayan birkaç fotoğraf çekmeyi başardım burada. Buyrun sizin de içiniz açılsın diyor ve bu gün de nasıl denize giremediğimizi anlatmaya geçiyorum.



Bizim bu gün için amacımız Alberobello’dan sonra Puglia’nın Bari dışındaki kıyı semtlerinde koy koy gezmekti ama hiç de öyle olmadı. Bakın gerçekten böyle minnoş bir şekilde ‘’şuraya gidin aşırı güzeeelll’’ ‘’şurada yüzmeden asla dönmeyiin” gibi şeylere bu blogda yer vermemeye ve çok da net bilgi ya da öneri verme amacı gütmeden sadece kendi deneyimlerimi paylaşmaya çalışıyorum çünkü ismi lazım değil ama bu minnoş bloglar bizim bu günümüzü yedi mesela ashfd. Şimdi buraya da adlarını yazmak istemediğim bir sürü plajı ya da koyu öve öve bitirememişler sağ olsunlar ve biz de güzel deniz bulduk diye çok ümitlenip hepsine tek tek gittik. BİR TANESİ BİLE yani gerçekten BİR TANESİ BİLE asla güzel değildi bu bloglarda övülen yerlerin. Bir kere hayatımda gördüğüm en dalgalı denizdi ve ben dalgadan nefret ederim. Hadi bu gününe göre değişen bir şey deyip hoşgörelim ama upuzun plajı var, kocaman bir sahil falan yazılan yerlerin hiçbiri anlatıldığı gibi değildi. Upuzun plaj denilen yerler hep boyumun 3 katı kayalıklardan atlamanın bir zorunluluk olduğu, deniz kenarında adım atacak yeri bile olmayan tuhaf koylardı. Manzaraları tabii ki güzeldi hatta bazıları gerçekten doğa harikasıydı ama işte bu kadar. Gözümüze güzel gelen her sahili ‘’yüzmek için mükemmel’’ yer olarak kodlayamayız diye düşünüyorum ve bence haklıyım? Yalvarırım gittiğiniz yerleri abartmadan dürüstçe yazın ya. Bizim bu günümüz asla denize girilemeyecek koylara birinden diğerine atlaya atlaya giderek mahvoldu ve hiçbir yeri doğru düzgün gezemedik. Hatta öyle ki günün tek güzelliği Lidl’den Türkiye’ye getirecek birtakım yiyecek alışverişi yapmam ve akşam Flower Burger’de burger yemem oldu… İtalya için bu kadar zavallıca bir gündü anlayacağınız…
12. gün: Sabahın köründe uyanıp İtalya’ya cornetto ve cappuccinolu hakkıyla veda etmece, Bari havallanında arabayı bırakıp uçağa biniş ve kapanış.
Eveet şimdi ciğerimizin kalmadığı o acı güne geliyoruz. Yağmur altında sırılsıklam olmasıyla, park cezasıyla, bol bol 17 ile çarpmasıyla ve diğer her şeyiyle koskoca 12 gün sanki birkaç saatte yaşanmış gibi bitti ve canımız İtalyamıza veda vakti geldi.

Bari’de kaldığımız Tanzi Home kahvaltı için yakındaki bir bar ile anlaşmalıydı ve Bari’deki ilk sabahımız gibi bu ikinci sabahımızda da bu bara gidip cornettomuz ve cappuccinomuzla İtalya’ya vedamızı gereken şekilde yaptık. Sonra hemen havalimanına gittik ve bu yazıda çok nadiren yaşanan bir şey geliyor şimdi: bilgi veriyorum… Bizim uçağımız erken bir saatteydi ve biz de 7.30 gibi havalimanındaydık arabayı teslim etmek için. Düşüncemize göre burası havalimanı olduğu için kiralama ofisi 24 saat açıktı ve hizmette sınır yoktu. Ama tabii ki böyle olmadı. Ofis 8’de açılıyormuş ve biz 8’e kadar mecburen bekledik. Bu nedenle araba kiralarken havalimanı ofisinin çalışma saatleri mutlaka önceden öğrenin diyerek bu defa da ben sizi bilgilendirmelere doyamıyorum. (Türk bloggerların gereksiz plaj övücülüğü nasıl içime dert olduysa bilgi verirken bi’ gerildim ssdf)
Nihayet bu yazıyı burada bitiriyorum artık. Aslında gittiğimiz her yeri ayrı ayrı yazıp okunma ihtimalini birazcık artırabilirdim belki ama toplu bir şekilde her şeyi en özet haliyle (en özeti bu?) anlatmak kimsenin bu kadar şeyi okumayacağı yönündeki düşünceme rağmen benim daha çok hoşuma gitti. İtalya’daki vegan yeme içme notlarını (çünkü yemek asla diğer şeylerle aynı kefeye konulamayacak kadar kırmızı çizgim) ve seyahatin toplam maliyetini de farklı 2 yazıda anlattım. Okumak isterseniz onları da şuraya ve şuraya bırakıyor, herkesin yolu bir gün bu cennet ülkeye düşmeli diyor ve bu devasa yazıyı bitirmenin verdiği gazla hemen gerçekleşemeyecek olsalar da farklı İtalya rotaları hayal etmeye gidiyorum.
Gerçekten çok güzek bir yazı. Yeniden gitmeniz dileği ile….
Çok teşekkür ederim 🙂
En çok toskana’yı beğenmiş gibi yazmışsınız ama ben cinque terre fotolarına bayıldım :):)
Çok güzel gezmişsiniz ve çok güzel anlatmışsınız. Fotoğraflar da çok iyi gerçekten, elinize sağlık. İtalya’yı böyle detaylı gezmek benim de hayallerimden biri.
Hi,
I am Kate from UK. I was looking for english sources for road trip in Italy, then i realised your website. The photos you ve taken made me so curios and i decided to use Google translate. Even if i did not understand completely, this topic helped me and i liked to read unknown sources. We r planning road Trip in italy between 19-29 sept and i already added some places to my visit plans with the help of your topic. Please make your website more detailed and add more your beautiful photos.
Bu kadar ince işlenmiş ve asla sıkılmadan okunan bir gezi yazısı, nasıl bu kadar az beğeni almış olabilir? Bu blog tanınmayı hak ediyor. Tebrikler. 🍀
[…] İtalya’ya yaptığımız 12 günlük seyahati şu yazımda detaylıca anlatmıştım ve bu seyahatin bize otelden araba kirasına, benzinden otoban ücretine […]
Çok iyi anlatım 🤗 keyifle okudum
Çok keyifli bir anlatım. Bologna’ya özel paylaştığımız yazımızı okumanızı tavsiye ederim 🙂